Doğumgünlerini sevmediğimi her fırsatta dile getirmiştim. Son
partimi 8 yaşımda Burger King’te verdikten sonra, eğlence hayatından erken
hevesimi alıp bu parti işlerini bıraktım. Böylelikle her sene 9 eylül’de
içeriği artan Sindy ve Barbie (Barbie diye genellemek her zaman Sindy’ye
haksızlıktır, o yüzden ikisini ayrı ayrı yazarım) koleksiyonumu da
sınırlandırmış oldum. Ama dert etmedim, sonrasında kardeşimin Action Man’ini
Ken niyetine kullanmak durumunda kalsam da inandığım şeyi yapmak herşeyin
önündeydi. Bundan sonra doğumgünü yoktu.
Hayatların ucuza gittiği, aşkın günlük heveslerle yer
değiştirdiği, dostluk kelimesinin sınırlı sayıda üretildiği, samimiyet yerine
kurnazlığın mübah sayıldığı bir dünyada doğduğum günü kutlamak niyeydi? Zaman
kaba doldurulup biriktirilemiyor, bozuk musluk gibi sen istemesen de akıntı
yaparak geçiyor. Ve ben böyle bir dünyada göz açıp kapayıncaya kadar geçen yıllarımı
kutlayacaktım öyle mi? Kutlamak hayata karşı teşekkür etmek gibi geliyordu. Beni
yorduğu, üzdüğü, olgunlaştırdığı, yıllarımı aldığı için ona teşekkür ediyordum
adeta, iyiki ona doğmuştum da tüm bunlar başıma gelmişti. Bu teşekkür haliyle koyuyordu
bana.
Bugün bakıyorum, 25 yaşımdayım... Ben en son 19 yaşımda
kalmıştım, yani hissiyat olarak. Şimdiyse biliyorum, bundan sonrası 25 hissiyatında
olacak, taaki 30’uma gelene kadar. Geçmiş 6 seneye kıyasla, daha bi palazlandım;
olaylara, olanlara, insanlara anlayışım var. Daha az ağlıyorum, daha fazla
gülüyorum. Coşkuluyum, olan biteni hakkıyla yaşamak istiyorum. Ve artık bi hırsızım, hayattan anlar çalmaya
bayılıyorum. Bu iki kişilik oyunu artık daha iyi oynuyorum.
Herşeye inat, hala
burada bu şekilde durabiliyorsam ve hala içimde mutlu olma ve mutlu etme çabası
varsa, yaşadığımı hissediyorum. Bugün doğumgünümü kutluyorum, hem de Samatya’da
hayatımın kahramanının evinin orada, asma yapraklarının altında, sevdiklerimle
rakı içerek kutluyorum, çünkü hala yaşıyorum.
(Ankara, 1991)
(Ankara, 1991)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder