04 Mart 2012

şölen

‘Şölen gibi bir gündü’ derdi Fikriye hocam. Şölen’in TDK’ya göre 4 farklı anlamı var. Ben birincisini seçiyorum. Eğlenmek veya bir olayı kutlamak amacıyla birçok kimsenin bir araya gelerek yedikleri yemek, ziyafet. İçinde bir amaç var yani, oysaki günlere bir amaç için başlar mıyız? Peki başlamadığımız halde hangi noktada şölene dönüşür? Benim cevabım, bıraktığın noktada... 'Günü bırakmak' TDK’da yazmıyor, deyimler sözlüğünde de bulamazsınız. ‘Günü bırakmak’ düşünmemek, sıkılmamak, olduğunca yaşamak, beklememek, bekletmemek hepsini içinde barındıyor. TDK açıklaması yazmak gerekirse eğer ‘Bir sonraki adımı düşünmeyip, günü akışına bırakmak.’İşte bunu yapabildiğin noktada o gün şölene dönüşüyor ve sen de o sofrada tüm keyfiyle yemeğini yiyorsun.

Beyrut’tayız. 3 arkadaş (biri o zamanki patronum, diğeri sonrasında patronum olacak) asıl olan bi şehri yaşayanlarıyla görmektir deyip son günümüzün gündüzünde lokal bir bara giriyoruz. Muhabbet koyu. Bu arada muhabbet sevgi demekmiş; bunu da bir Cuma günü, muhabbeti çok keyifli (sevginin keyfisizi olur mu?) olan bir arkadaşımdan öğrendim. Müzikler şahane, Beyrut’ta dinlediğim en güzel müzikler çalıyor; şarap ise Beyrut’un ünlü Ksara rose’si. Özetle ‘keyfe gel!’ bir gün. Şaraplar benden deyip, parayı ödemek için kalkıyorum. Barda iki kişi var, kendi aralarında konuşuyorlar. İngilizce konuştukları için dikkatimi çekiyor. Birinden bahsediyorlar, dinleyince ben olduğumu anlıyorum. Laflar arasında iltifatlar var, kibarca teşekkür ediyorum. Sakallı olan senin hakkında konuşuyoruz, sana birşey söylemiyoruz, ne teşekkürü diyor. Zaten söylediklerinize değil, söyleme tarzınıza teşekkür ediyorum diyorum. Laf lafı açıyor, en son İstanbul’a kadar geliyoruz. Nereli olduğunu bilmediğim bundan sonra yazıda sakallı olarak geçecek zat, istanbul’u bir haftasonu görmüş, onda da taksiden taksiye bindim ama yine de Taksim’in arka sokaklarını görebildim bana yetti diyerek anlatıyor şehri. Kendimi düşünüyorum; ben de Beyrut’u taksiden taksiye gezdim. Gemayze’yi bile son gün görebildim. Her yerde kurşun delikleri aradım, ya artık o binalar yıkılmıştı ya da taksiler bile turistlere şehrin gerçek yüzünü, yaşamışlığını göstermek istemeyip başka yollardan götürüyorlardı. Para üstünü almamla muhabbeti de bir noktada bırakmam gerektiğini anlıyorum ve masama dönüyorum. Arkadaşlarım yine bi at hırsızı buldun konuşuyorsun diye dalga geçiyor. Benim aklımsa Taksim’in arka sokaklarında. Taksim ile Gemayze sokaklarının farkında.

Bardan çıkıyoruz, saatler geçiyor. Geziyoruz, yemeğimizi yiyoruz. Uçağımız gece, hala şehir için vaktimiz var. Program belli; Beyrut’un ünlü Blues ve Jazz barı Louie'de müzik dinleyeceğiz. Son enerjimizle barın yolunu tutuyoruz. Kapıdan içeri giriyoruz, yerimiz hemen sağda Rus bir grubun yanı. Kırmızı deri koltuklar üzerine oturuyoruz. Menüler geliyor. O sırada müzik başlıyor, tütün ve viskinin birleşimi o çatallı Blues sesini duyuyorum. Menüyü unutuyorum, bu sesi dinledikten sonra ne olsa içerim diyorum. Kafamı kaldırdığımda gördüğüm sakallı adam, nam-ı diğer at hırsızı. Wrong side of the Road’u söylüyor karşımda o puslu hava tadındaki sesiyle.
Şölen dediğin hep büyük sofralarda olmaz diyorum içimden, küçük masalar da işimizi görür. İş günü bırakmakta...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder