Gün doğuyor, İstanbul’da görebileceğin kadarıyla doğuyor
işte. Öyle önden bir ışık hüzmesi gökyüzünü kaplerken kızıllık bıçak gibi kesiyor
diye devam eden ağdalı bir hikayesi yok. Gökyüzü aydınlanıyor ve görselliğinin
yavanlığı birşey hissettiremese de; şansına daha önce gerçek bir gün doğumuna
denk geldiysen onun romantizmiyle olaya sarılıyorsun. Buralarda gün doğumu bile
gerçek değil, onu düşünüyorsun. Yanımda Emrah var. Pencereden dışarı bile
bakmıyor, gün doğmuş doğmamış umru değil o an. Susuyor, benim konuşmamı
bekliyor. Bense son cümlemi edeceğimi bildiğimden, tüm haftasonunun noktasını
koyacağımdan finale hazırlık yapıyorum.
Gecenin başı… 2 gündür evden çıkmamışım, arkadaşlar ağırlıklı
Çeşme olmak üzere festival, maç, düğün, kafa dinlemece gibi yaz okazyonları için
şehirden gitmişler, bense inatla kalıyorum. Hayatımda verdiğim kayıplara otopsi
yapmak için kendimi eve kapıyorum. Çok konu var. Editörün seçimi, bedele göre
artan/azalan, yeni gelenler kategorizasyonu yapmaya vaktim yok; rastgele seçip neştere
yatıyorum. Seçim sırasında verdiğim kayıplar da oluyor, daha önce hiç
düşünmediğim şeylere bam güm girip işlerini bitiriyorum, otopsiye bile gerek
kalmıyor. Ölüm sebebi belli; gereksizlik…
Konular bittikçe üstünü çizmeye devam ederken Emrah'tan mesaj geliyor, ‘İstanbul’a geldim’. ‘İyi
bok yedin’ diyorum. ‘Nerdesin?’ derken Kadıköy’de buluşuyoruz. Gece 12:30,
sevgili Kadıköy sakinlerinin mekanlarını kapatmasına yaklaşık iki saat var. İnsanca
yaşamayı seçtiklerinden belki, ya da az ve öz konuşmayı seviyorlar, lafı
uzatmadan iki oldu mu kapatıp evlerine gidiyorlar. Ellerinde bitmemiş biraları,
cümlelerinin virgülünde olanlar ise burukluk ile kalkıp sahile veya eve geçiyor.
Açık olan ve saat 10:00dan sonra bira verebilecek bir Tekel bulabilirlerse tabi…
Belki bu yüzdendir Beyoğlu’nun bendeki ayrı yeri. Orada gece bitmez, kurulacak
cümleler de… Biz de nokta koymak istediklerimizi 2’den sonraya saklıyoruz. Öncesi
üniversite bitip o Almanya’ya gittiğinden beri ne kadar az görüştüğümüz ve o
arada başımızdan geçen somut hikayelerle geçiyor. Üniversite anıları, kadınlar,
erkekler, iş derken hayatı sona saklıyoruz. 2 oldu mu kalkıyoruz , Emrah birayı
da buluyor, Moda’ya iniyoruz. Büyük ihaleleri konuşacağız, o yüzden
hazırlığımızı tam yapıyoruz.
‘Bunca zaman samimiyeti aradım diyerek söze başlıyorum. Şimdiyse
bu kelimeyi kullanmak bile istemiyorum.’ Her zaman insanlığa karşı pollyanacılığımı
bilen Emrah şaşırıyor. ‘Kullana kullana içini boşalttık, anlamını kaybettirdik.
‘Hep samimiyet’ diyen, onu sloganlaştıran insanlarda gördüm kendisi
eleştirildiğinde canavarlaşmayı, tek bir lafı bile kabul etmeyip karşısındakini
eleştirmeye gelince hiçbir laftan sakınmamayı, sen benim için çok şey ifade
ediyorsun dedikten sonra ilk o kişiyi üzmeyi, sözünde durmayıp aslında ettiği sözlerin
anlık olduğunu, karşısındaki insan ne hisseder diye bi an bile düşünmeyip pervasızca
karar değiştirdiğini ve istemediği birşey önüne geldiğinde özgürlük kartını
kullandığını, empati yapmaya bile üşenip ben böyleyim diyerek işin içinden
çıkmayı ve bunu yaparken açgözlülükle karşı taraftan kabul beklemeyi… Hepsini
gördüm ve bunlar canımı yaktı. Insanın içinde olduğu bir hayal ancak ütopya
olabilir. Tüm bu ben böyleyimciler, özgürler, samimiler… Kimseyi kimseden
sıfatlarla ayırmanın anlamı yok. Hepimiz boktanız ve insanlık üzerine birşey
yazılacaksa eğer bu yazının başlığı ancak ‘Boktanlık Üzerine’ olabilir.’
‘Sen de boktansın yani’ diyor. ‘Hem de dik alası’ diyorum. ‘En
az senin ve diğerleri kadar. Her insan kadar…’
Gün doğuyor, gerçek değil ama doğuyor. Son birayı birlikte
içiyoruz. Sonra elimden alıyor birayı, ‘Daha fazla içme senin miden hassas.’ Gülümsüyorum,
ağlamaklı…
‘Yoruldum’ diyorum.
‘Sonunda’ diyor.
‘Gideceğim ben de, burada birşey kalmadı…’